27 Ağustos 2016 Cumartesi

Kulüpten Notlar "Durum Değerlendirmesi"

O kadar boktan bir duruma doğru yavaş yavaş çekiliyoruz ki, hiç kimse bir şey yapamıyor/yapmıyor ve herkes öylece izliyor. Bombalar, patlamalar, suikastlar, operasyonlar, ölümler, darbeler ve gelmesini hiç istemesem de geleceği gün gibi ortada olan "Savaş" lanet savaş! Bir yanda canını kurtarmak için çabalayanlar bir yanda hayatındaki hiçbir keyfi bozmadan yaşayanlar... Sonrasında hep ahlar, hep vahlar ama hep yanan canlar! 

İyi şeyler olmasını ümit etmek için bile umudumun kalmadığını hisseder oldum artık. O kadar yılgın bir haldeyim ki korkularım her şeyi bastırır vaziyette. Evet korkuyorum, hem de çok korkuyorum! Siz korkmuyor musunuz? Sevdiklerinizin ölmesinden, yaralanmasından, kaybolmasından, bir gün varken diğer gün yok olmasından? Hem de saçma bir siyaset silsilesi yüzünden! Yani hiç ilgimizin olmadığı, sadece birilerinin saçma fikirleri ve keyifleri etrafında şekillenen bir ülkenin gidişatından, bu gidişatla beraber olan ve olmaya da devam edecek olan bir sürü kötü olaydan, korkmuyor musunuz? Ben çok korkuyorum, hayatında hiçbir şeyden korkmayan ben, son bir ayda yaşananları gördükçe çok korkuyorum! Ben bu ülkeyi çok seviyordum ulan harbiden çok seviyordum. Çocukluğumu hatırlıyorum da ne güzel zamanlar geçiriyordum, huzurlu, mutlu, korkusuz... Sadece yaşayan sadece ertesi gün olacak olan güzel şeyleri bekleyen biriyken şimdi ertesi gün nasıl daha kötü bir şey olacak diye bekler, düşünür hale geldim! Nasıl oldu bu? Kim bunun sorumlusu ya da suçlusu? Ben miyim diye düşünüyorum uzun zamandır. Acaba diyorum bu kadar fazla takılmamak mı lazım bazı şeylere? Baksana insanlar geziyor, eğleniyor, çalışıyor, yaşıyor. Bugünü yaşıyorlar, geleceği düşünmeden sadece bugünü. Etraflarında olan bitenlere aldırmadan güzel yemekler yiyip, güzel içkiler içerek, güzel müziklerle dans ediyorlar. Bu kadar rahat nasıl olabiliyorlar? Nasıl böyle umursamaz, korkusuz, ihtimalsiz yaşayabiliyorlar? Bunun sırrı ne? Ve neden ben böyle olamıyorum? Acaba hastalıklı mıyım, bir şekilde beynimin içine bulaşan bir mikrop mu bütün bu hayatın kötülüğünü bana gösteren? Yoksa diğerlerinde başka bir mikrop mu var hayatı toz pembe yaşatan? Karar veremiyorum, çabalıyorum ama olmuyor. Uzak durmak istedikçe kötü olayların yaşandığını görmezden gelemiyorum! Siz nasıl yapıyorsunuz baylar, bayanlar? 

Korkuyorum, 28 yıllık hayatımın hiçbir evresinde korkmadığım kadar çok korkuyorum!

8 Mart 2016 Salı

Yalnız Bir Savaşçı (Hikayenin Devamı Yollarda)

O gece. Hayatımın nasıl şekilleneceğini bilmediğim ve belki de hayattan alacağım ilk ders olacak olan o büyük anın yaşanacağı o gece. Ben babamın kolları arasında sessizce gecenin içine dalmışken bir yandan hiç anlamadığım seslerle bir şeyler anlatan televizyonu duyar bir yandan uykunun beni çağıran sıcak kollarına kendimi bırakırken bir telefon çaldı bütün bu durgunluğu yırtan bir sesle. Ben yerimden bile kalkmadım babam açtı sadece evet tamam geliyoruz dedi ve ben ne olduğunu anlamadığım bir serüvenin içine daldım habersizce. Babam bir çanta hazırladı beni de aldı hadi gidiyoruz dedi. Çıktık yola ben yolda yarım kalan uykuma devam ediyordum hiçbir şeyden habersizce. Biri daha var arabada yakından tanıdığım babam almış belli ki yanımıza ve o uzun yola çıktık beklemeden. 

Gece çok karanlık sessiz sadece motorun sesi arabanın içine dolan ve ben gözlerimi açıyorum camdan dışarı bakıyorum geçen yol çizgileri sessiz ağaçlar ve öylece bekleyen bir yol beni. Sonra adımı görüyorum bir binanın üzerinde ve yanımızdaki amca söylüyor bak senin için bina yapmışlar, seviniyorum hiçbir şeyden habersiz.

Sabaha karşı daha gün ağarmamış gece gündüz arası bir zamanda varıyoruz dolanbaçlı yollardan geçerek köye ve kimse uyanmamış daha uykuda bir ben ayaktayım bir babam bir de o amca yanımızda. Kocaman kapının ardından geçiyoruz. Babam soruyor annemi diyor oradakiler daha yeni uyudu uyusun birkaç saat. Ve biz çıkıyoruz merdivenlerden yukarıya. Bir odanın içindeyiz, çıkarken yukarıya gördüm onu üstünde beyaz bir örtü karnında bir bıçak, hep oturduğumuz odanın kapıları kapalı sonuna kadar sokmazlar kimseyi içeriye ve biz de giremiyoruz o gizemli odaya bekliyoruz sabah olsun gün ışısın diye.

O koca kapılar sonuna kadar açılmış duruyor ve ortada bir tabut herkes uzağında sanki yalnız bir yolcu gibi bekliyor orta yerde. Annem kenarda bir yerde durmuş ağlıyor belli ki çok ağlamış gözleri şişmiş kanlı beni bile görmüyor kimseyi görmüyor sadece gözlerinden akan yaşları siliyor sessizce ağlayarak. Ben orada tek başımayım kimse yok yanımda hani okuduğum kitaplardaki gibi yel değirmenlerine karşı savaşan Don Kişot gibi tek başıma bir mücadele içindeyim. Karşımda o koca tabut ve ben yolun orta yerinde durmuş öylece ona bakıyorum. Kimse bakmıyor bana ve ben de görmüyorum kimseyi annemden başka. Çünkü ağlıyor annem ve annem ağlayınca benim için yanıyor. Ben bir anneme bir ortada duran tabuta bakıyorum bir anlam veremiyorum.


Meğer ne büyük dersmiş o an şimdi anlıyorum. Hayat dediğin şey bir yerde bitiyormuş da gidenlerin ardından kalanlar ağlıyormuş sanki hiçbir şey yokmuş gibi. Ölüm dedikleri şey buymuş demek ki ve daha on yaşında bir çocuk olan ben ölüm denilen bu sonu çok erken öğreniyorum. Hayat bundan sonra böyle mi olacak diye düşünüyorum böyle hüzünlü böyle acı böyle yalnız! Kim bilebilir ki ölümün olduğu bu dünyada daha ciddi ne olabilir ki diyor televizyonda bir ses yıllar sonra ve ben tekrar tekrar hatırlıyorum ölümün olduğu bu dünyada daha ciddi ne olabilir diye ve mutlu olmak varken mutsuz olmanın niye bu kadar revaçta olduğunu bir türlü çözemeden yaşayıp gidiyorum işte…

4 Mart 2016 Cuma

Hakkını Ver Hayatın




  Mutlulukla hüznün bir farkı yok aslında. İkisi de hoşuna gider insanın, farklı anlamlar yükleriz sadece. Çok gülerken gözyaşı döktüğün olmadı mı hiç. Ağlarken hüngür hüngür, çok feci ağlarken, artık ağlamanın uç noktasına uzanıp kahkahalara katılıp gitmedin mi. O ince çizgiyi hiç hissetmedin mi. 


  Ne kadar çok renk var değil mi ortalıkta. Bir sarı arıyorum etrafımda bulamıyorum, hep başka sarılar görüyorum. Otlara bakıyorum, aynı kökten iki ot ikisi de yeşil ama ikisi de o yeşil değil. Nasıl olur da bu kadar güzel olur her şey. Bir şey ile her şey arasındaki kalabalıklığı seyreltmek lazım.


  Sevdiğin bir insanın yüzüne kaç kere bakabilirsin, yüz aynı yüz, her seferinde her gözgöze gelişinde farklı bir yüz. Aynı ile farklının arasını nasıl ayırabilirsin.


  Hayat çok güzel görmeyi, yaşamayı, lezzetleri tatmayı bilene. Bir Nazım şiiri okunurken, kendini Nazım’ın yerine koyduğunda aldığın haz ile kaydıraktan hıphızlı kayarken içinin hop etmesindeki hazzı ayırt edemezsin. Peki ya taze sıcacık ekmeği kokladığında duyduğun o çocukluğunun, egosuzluğun, saflığın kokusu… Onsuz olabilecek misin.
Yaşamayı bil ki yaşam da sana gelsin.

1 Mart 2016 Salı

Din "isyankar"dır!

   Din isyankardır. Neden mi? bir örnek gösterin ki görevlendirilmiş bir peygamber, bir elçi kurulu düzene isyan etmesin,boyun eğsin, atalarının dinini elinin tersiyle yıkıp devirmesin. İnananlar için en son din olan İslam ve Muhammet Peygamberden örnekler verelim: Muhammet Peygamber babasının dedesinin dinine mi tabi idi? Çok sevdiği amcası gibi putlara mı tapıyordu? Ya da ailesi böyle inanıyor diye susup oturmayı mı tercih etti? Elbette hayır. O ve bir avuç inanan halkına hak olanı anlatmaya çalıştı. Hem de bunu canı ve doğduğu toprakları kaybetme pahasına göze aldı. Şimdiki tarikatlar/ cemaatler gibi, şu kadar tespih çek, şu kadar rekat namaz kıl, şu kadar sayfa(anlamadığın halde) Kur'an oku ki sevap kazanasın diye eve kapatmadı insanları. Aksine, halkı bu kadar bilinçsizken bile hadi uyanın ve ayağa kalkın, atalarınızın inandığı dini inkar edin ve doğruya gelin diyerek onları uyardı. Dışarı çıkın ve insanlara hakkı anlatın, toplumu düzeltin ve şirkten uzak durun, aklınızı kullanın, doğruyu bulun ve doğruya iletin dedi. Ancak biz O'nu ve Kur'an'ı hiç anlamadık. Evlerimize kapandık, hiç anlamadığımız bir dille ibadet edip cenneti garantilemeyi hesapladık. O kadar ki Allah'ın mesajından öyle uzaklaştık ki tıpkı cahiliye dönemindeki gibi kulaklarımızı, gözlerimizi, dilimizi doğruya kapattık. Çoğunluğa uyup yanlışa gittik. Oysa Kur'an çoğunluğun yaptığının yanlışa sürükleyeceğini pek çok ayetinde açıklıyor. Beni en çok etkileyen ayet ise  En'am 116" Yeryüzündeki çoğunluğa uyarsan seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece tahminde bulunup saçmalıyorlar."Şimdi arkadaşlarım, kardeşlerim bunu bilip de çoğunluğun gittiği yoldan yanlış olduğunu bile bile nasıl gidelim, nasıl onlara uyalım. Haddim olmayarak sizi uyarıyorum aklınızı kullanın ve ayağa kalkın. Bu kurulu şirk düzenine isyan edin. Allah'ın ve peygamberlerin adını kirleten şeytan uşaklarından kurtarın hem kendinizi hem de toplumumuzu. Kulaklarınızı, gözünüzü ve gönlünüzü doğruya açın. Size çok ihtiyacımız var. Akılla ve sevgiyle kalmanız dileğiyle.

8 Şubat 2016 Pazartesi

Bu Ülkede Yapılacak En Büyük Aptallık “Okumaktır”! (İyi de Neden?)


Bu sözü son birkaç yılda pek çok kez söylemeye başladım. Hatta söylemekle yetinmeyip iliklerime kadar hissetmeye başladım desem yeridir. Bunu söylerken okuyamadığımdan değil bizzat okumak denilen şeyin tam içinde yer aldığım için söylüyor ve hissediyorum. Şöyle ki 21 yıllık eğitilme hayatım, 9 yıldır süren akademik hayatım ve 5 yıldır devam eden öğreticilik hayatım içinde gördüğüm en net doğru maalesef ki bizim ülkemizde bu! Okursan üzülürsün, çile çekersin, ezilirsin ve çok çaba sarf edip karşılığında nadiren bir şeyler alırsın.

Bu eğitim sistemine bir eleştiri yazısı değildir çünkü böyle bir eleştiriyi yapabilmek için sistemli bir eğitimin olması lazım ülkemizde ama maalesef ki yıllardır böyle bir sistem yok ve ne yazık ki son on sene içinde bu daha da beter hale getirilerek resmen bir kısır döngüye sokuldu insanlar.  Burada genel bir eleştiri yapmak yerine başımdan geçen bazı olaylar ışığında aslında bir şeyleri açıklamak daha aydınlatıcı olacaktır, sondan başlayalım.

Ben bir doktora öğrencisi olarak aynı zamanda ikinci bir üniversitede farklı bir bölüm daha okumaktaydım. Okumaktaydım diyorum çünkü sistemin en berbat çarklarından birisi olan YÖK sağ olsun yine öğrenciyi düşünür bir uygulama gerçekleştirerek iki üniversitede okuyan öğrenciden harç alınacak gibi süper sivri bir fikri kanunlaştırmış ve bizim önümüze sıcacık sunmuş. Böyle olunca da 2 yıldır parasızlıktan kayıt yenileyemediğim ikinci üniversitemden kaydımı sildirmek zorunda kaldım, he derseniz ki kaydı sildirdin de harç ödemekten kurtuldun mu? Tabi ki hayır yine giren bize girdi tabi ki!

Bu olaydan daha bir hafta öncesinde ise malum doktora yapıyoruz güya akademisyen olacağız ya bir araştırma görevlisi kadrosuna başvuru yaptım. Kütahya Dumlupınar Üniversitesine. Sonuçları bekledik falan filan sonra açıklandı o da ne listede adım dahi yok halbuki başvuru şartlarının hepsini taşıyorum. Neden yok peki listede adım hemen söyleyeyim özel şartlardan bir tanesi “halk edebiyatı alanında yüksek lisans yapmış olmak” peki ben ne yaptım ben de bu alanda yüksek lisans yaptım ama neden kabul görmedim? Çünkü bizim okulumuz genel bir yüksek lisans diploması verdiği için yani Türk dili ve edebiyatı alanından yüksek lisans mezunu olduğum için. Peki Türkiye’de kaç tane halk edebiyatı yüksek lisans programı var? Benim bildiğim kadarıyla sıfır. Eee buraya başvurup sıralamaya girenler nasıl girdi peki? Orasını aşağıda daha farklı bir örnekte açıklayacağım.

Yaklaşık 5 ay önce yine bir araştırma görevlisi kadrosu ilanına başvuru yapan ben (Hiç akıllanmayan hala salak gibi şansını deneyen ben) Başkent Üniversitesine doğru yola çıktım. Tam Bursa’da aldığım bir haber sonrası Başkent Üniversitesinin bölüm başkanını telefonla aradım ve aramızda bir konuşma geçti. Konuşmanın özeti şöyleydi:

Ben: Merhaba hocam ben Balıkesir’den sınav için geliyorum sıralamada ilk sıradayım.

Hoca: Merhaba, senin şu anki durumun nedir eğitim aşamasında?

Ben: Doktora tez dönemindeyim hocam daha yeni yeterliliği verdim.

Hoca: Hmmm biz daha çok yeni mezun olmuş ya da yüksek lisans yapan birini arıyoruz aslında ama yine gel şansını bir dene istersen. (Bunun açıklaması şu demek kardeş sen bizim kullanabileceğimiz seviyeyi geçmişsin, sen bir iki sene burada bizim emrimizde ya çalışırsın ya çalışmazsın sonra Allah muhafaza yrd. doç. Falan olursun o yüzden hiiiiç ümitlenme) (İşte bunlar hep tecrübe)

Peki bu Başkent Üniversitesinin ilan şartlarında böyle bir şey var mıydı? Yani yüksek lisans yapıyor olmak gibi bir şart tabii ki yok! Lisansüstü eğitim yapıyor olmak var eee yüksek lisans lisansüstü eğitim de doktora ne üstü eğitim diye sordum tabi kendi kendime.

Yaklaşık 2 sene önce yine bir araştırma görevlisi ilanı başvurusu bu sefer Akdeniz Üniversitesi. İlan açıklandı şartları okuduktan sonra dedim ki yahu boşuna bu kadar yazmışsınız keşke adımı soyadımı yazıp beni isteseydiniz. Çünkü bütün özellikler bizzat beni tarif ediyor. TDE lisans mezunu olmak, Halk edebiyatı alanında yüksek lisans yapmış olmak aynı alanda doktora yapıyor olmak. Peh peh peh! Neyse yaptık tabi başvuruyu sonuçlar açıklandı falan o da ne yine listede adım yok. Neden yukarıda Kütahya için nedense işte o yüzden! Ben tabi durur muyum hemen aradım bölüm başkanını, aramızda geçen konuşma şöyle:

Ben: Hocam merhaba, ben ilanınıza başvurdum bütün şartları yerine getirmeme rağmen listede adım yok neden?

Hoca: Senin mezuniyetin nedir?

Ben: Lisans TDE yüksek lisans halk edebiyatı ama diploma TDE olarak geçiyor şu anda da doktora seviyesindeyim.

Hoca: aaaa ama olmaz biz yüksek lisansta halk edebiyatı mezunu arıyoruz.

Ben: Hocam öz geçmişime bakarsanız çalıştığım alan ve tez konusu zaten halk edebiyatı.

Hoca: Mezun olarak halk edebiyatı olmalı.

Ben: Peki hocam Türkiye’de kaç tane üniversitede halk edebiyatı yüksek lisans diploması veren okul var?

Hoca: Benim bildiğim hiç yok!

Ben: Anladım hocam size iyi günler!

Buradan anlamamız gereken ise be hey salak adam sen kimsin ki benim kimi buraya alacağıma karışıyorsun? Yoksa yok ben istersem istediğimi alırım. Sen git ötede kumda oyna hadi yavrum evladım!
Son bir örnekle bu bahsi kapatalım. Malum gelişmiş ülkelerde okuyan insanlara hele hele normal bir eğitim seviyesinin üstüne çıkan insanlara okumaları için yardımlar yapılır, burslar verilir, teşvikler sunulur. Peki bizde nasıldır bu işler? Ben yine kendimden örnek vereyim. Malum ülkemizde bilimle ilgilenmesi gereken bir kurum var TÜBİTAK. Hani şu başına hayvanat bahçesi müdürünün getirildiği enfes kurum heh işte o senede 2 defa burs verir benim gibi okuyacağım diye direnen salaklara. Ama ne hikmetse bu burslar hep sayısal bilimlere de bizim gibi sosyal bilimlere pek eğilmezler ama işte vermedik dememek içinde üç beş bir şey atarlar. Neyse benim meselem bunun ötesinde burs başvurusu kısmında. Burada bir başvuru süreci var evlere şenlik. Para verecekler ya bize istiyorlar ki aynı anda yetim, öksüz olalım, yatalak kalıp açlıktan ayakkabı kemirelim artık ölmek üzereyken lütfedip yardıma koşsunlar. Gerçi aynı şey çoğu burs başvurusu için geçerli ya neyse. Ben yüksek lisansa başladığım günden bugüne kadar her sene bu bursa başvurdum peki çıktı mı tabi ki hayır. Peki neden? Nedeni sayısal bilimlere verilen 1000 kontenjanın yanında bize verilen 10 kontenjan yüzünden.  Aman alıştık zaten az parayla yaşamaya sıkıntı yok paralarını alıp ayakkabı kutularına koysunlar benden daha muhtaç olan gözü aç herifler var memlekette zaten! (Bu ülkede okuyacaksan da önce arkadan sağlam bir dayı alacaksın öyle tek başına Köroğlu musun lan sen diye yüzüne yüzüne çarparlar tokadı haberin olmaz) 

Sonuç olarak bunca örnek bunca laf neden edildi. Bunun nedeni şu eğitim sistemimizin şu anda en üst seviyesi olan doktora kısmında bulunan bir şahıs olarak (Ki bu durumu hiçbir zaman övünme amacı için kullanmamışımdır çünkü övünülecek bir yanı yok insanların gözünde neden çünkü okuyorsun okuyorsun hala bir baltaya sap olamadın şeklinde bakıyorlar malum) bu ülkede okumak gerçekten en büyük aptallıktır. Bunu en iyi şekilde uzun zamandır yaşayan biri olarak söylüyorum bunu çevremdekilere de söylüyorum öğrencilerime de. Peki ne diye hala devam ediyorsun diyecek olursanız, ben artık freni patlamış kamyon gibiyim duramıyorum bir yerlere toslamadan da duracağım yok o yüzden kopmuş gidiyorum.

Siz iyisi mi okumak ya da çocuklarınızı okutmak yerine gidin onları bi ajansa falan yazdırın ya da ne bileyim salak yarışmalara gönderin, olmadı sansasyonel bir olayın içine atın biraz düşünün mutlaka okumaktan daha iyisini bulursunuz nihayetinde okuyanların hali ortada. Ne zaman bu lafı söylesem aklıma hep Şener Şen’in oynadığı “Namuslu” filmi gelir. Orada geçen şu sahne https://www.youtube.com/watch?v=65RmQYcCTA8 ülkede yıllardır hiçbir şeyin değişmediğinin kanıtı gibidir!

Saygılarımla efenim…